İKSV tarafından bu yıl 36'ncısı düzenlenen İstanbul Film Festivali'nin 3.günü, Atlas Sineması’nda izledim filmi. Atlas Sineması'nda izlememin sebebi gerçekten o festivalin ruhunu yaşama isteğimdi ki yaşadığımı düşünüyorum. Müthiş, keyifli, sanat dolu bir ortam vardı unutulmaz değerli anlar yaşadım ve yeni insanlar tanıdım. O gün izlediğim Tuz ve Ateş filminden sizlere bir tanıtım yazısı paylaşmak istedim ancak yazım spoiler içerir bunu belirterek keyifli okumalar diliyorum.
Gerilim türünde olan filmin senaristi,
sinemasında hep doğa olaylarını net gördüğümüz, Werner Herzog. Oyuncu
kadrosunda ise Michael Shannon (Matt Riley), Gael Garcia Bernal (Dr. Fabio
Cavani), Veronica Ferres (Proffesor Laura Sommerfeld), Volker Michalowski
(Dr.Meier), Lawrance Krauss (Krauss) bulunuyor.
Belirttiğim gibi film, Alman yazar Herzog’un çoğu filminde öne çıkardığı insan ve doğa arasındaki yıkıcı çatışmayı merkeze alıyor. Filmde bir çevre felaketini (Diablo Blanco gölü felaketi) araştırmak için yola çıkan Birleşmiş Milletler ekibi doğa katliamın sorumlusu olan ve Güney Amerika’da bulunan şirketin adamları tarafından kaçırılıyor. Bu şirket belli çalışmalar yapıyor ancak bu çalışmalar doğanın dengesini bozar nitelikte olan çalışmalar. Bu duruma son vermek isteyen bilim insanları, şirketi ne kadar sorumlu tutsa da ellerinde kanıt olmadığı için ispat edemiyor. Filmin son anına kadar büyük bir gizlilik içerisinde işlenen kaçırılma aslında bize filmin ana mekanının tuz çölüne geçiş yapmasıyla doğa karşısında insanın küçüklüğü ve çaresizliği yoğun olarak gün yüzüne çıkarıyor. Doğayı, bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu rakamlardan ziyade deneyimleyerek algılamanın önemini vurgulayan filmde Herzog, sık sık aktüel kamera kullanıma ve fazlaca 360 derece dönen kamera hareketlerine başvuruyor. Dolayısıyla bu durum izleyiciye daha geniş bir bakış alanı sunuyor. Aynı zamanda izleyiciye de orada olma hissi vererek filmi izlerken doğayı deneyimleme şansını elde ediyoruz.
Filmin ilk sahnesi kaçırılma ile başlıyor bir sonraki sahnede, ilk sahnede gösterilenin bir flashback olduğunu anlıyoruz ve asıl hikaye bu noktada başlıyor. Prof. Laura, Dr. Cavani ve Dr. Meier araştırma yapmak için yola çıkan bilim insanları çok normal bir şekilde felaketin olacağı yere gitmek için hazırlanıyor ancak onları hiç ummadıkları bir sürpriz bekliyor. Felaketin çıkmasına sebep olan şirket tarafından, Riley başkanlığında ve simsiyah ürkütücü maskeli dış görünüşleri olan ekip tarafından kaçırılıyor. Riley, tuhaf tehlikeli bir karakter ve aynı zamanda filmde kendi planlarının esiri olarak karşımıza çıkıyor. Bilim insanları, kaçırıldıklarını anladıklarında çılgına dönüyorlar Prof. Laura diğer arkadaşlarından farklı bir yerde tutuluyor ve Riley onunla özel olarak ilgileniyor. Kaçırıldıkları yerde çok fazla antika eşya olması dikkatimizi çekiyor. Laura ve Riley arasında bir konuşma geçiyor bu konuşmanın akabinde gösterilecek sahnenin destekçisi olduğunu anlıyoruz. Aralarında ki konuşmada ikisi de özel hayatlarından çocuklarından bahsediyor. Laura’nın 4 yıldır göremediği Fas’ta babasının yanında olan bir kız çocuğunun olduğunu ve bunun için bu gizli görevi kabul ettiğini anlıyoruz. Bu noktada Riley de iki çocuğunun olduğundan bahsediyor. Bu konuşma da benim en etkilendiğim cümle Riley’in söylediği “Korkuları olmayan çocuklar beni korkutmuştur” olmuştu. Gerçekten düşünüyorum da çocukluk korkularımızı, mutluluklarımızı, acılarımızı en saf, en özgür yaşayabildiğimiz dönem. Bırakalım çocukları da her duyguyu safça ve özgürce yaşasınlar...
Filmde artık doğa ve insanlık için
oldukça tehlikeli olan volkanik patlama belirtileri baş gösterir ve bu durum
karşısında Laura ve Riley düşmanlığı bırakıp birlikte hareket etmeye başlar.
Riley, Laura’yı patlamanın olabileceği yere götürür ve orada aralarında
uturucunun patlayacağında insan türünün yok olacağı, gezegendeki tüm kitleyi
kaplayacağı, asıl felaketin aslında insanın elinden çıktığını esas alan bir
konuşma bütünü geçer. Riley, Laura’yı felaketin olabileceği yerde iki görme
engelli çocukla bırakır ve arabasına atlayıp oradan hızlıca uzaklaşır. Tam
olarak bu nokta da izleyiciyi merak ve gerilim dolu sahneler etkisi altına
almaya başlar. Laura neye uğradığını
şaşırmış vaziyette etrafına bakarken iki görme engelli çocuğu görür ve onlarla
iletişim kurmaya çalışır. Laura’yı çok zorlu bir süreç beklemektedir. Riley
konuşmasında bulundukları yerin kıyısında olan çocuklar kör ettiğini
söylemişti aklımıza o replik gelir. Laura çocuklarla anlaşmaya başladığında, dillerini çözmeye çalıştığında aralarında çok keyifli, eğlenceli birkaç gün geçer. Bu geçen günler izleyicinin içini o kadar ısıtan niteliktedir ki Laura'nın çocuklarla olan ilişkisi görüldüğünde tebessüm etmemek elde değildir. Riley
onlara ihtiyaçları olan her şeyi vermiştir fakat suları azalmaktadır. Bu
noktalar da izleyicinin kafasını birçok soru karıştırır. Neden Riley Laura’yı
bu çocuklarla birlikte burada bıraktı, bu çocuklar neden görme engelli ? Aslında nedeni
Laura’nın çocuklarının saf ve temizliğiyle birlikte yeraltında yatan olayın bizi
ele geçirmesini çözümlemeye çalışmasıdır. Birkaç gün geçtiğinde Riley gelir
görme engelli çocuklar ona "baba" diye koşarlar. Bu noktada çocukların Riley’in çocukları olduğunu anlarız çocuklar Riley'in evlat edindiği
çocuklarıymış.
Riley ve Laura arasında geçen konuşmada aklıma takılan sözle noktalamak istiyorum yazımı. “Gençlik günlerinde seni yaratanı hatırla.” Kötü günler gelmeden, ve onlardan zevk almıyorum, diyeceğin yıllar yaklaşmadan... "Gençlik günlerinde seni yaratanı hatırla."
Riley ve Laura arasında geçen konuşmada aklıma takılan sözle noktalamak istiyorum yazımı. “Gençlik günlerinde seni yaratanı hatırla.” Kötü günler gelmeden, ve onlardan zevk almıyorum, diyeceğin yıllar yaklaşmadan... "Gençlik günlerinde seni yaratanı hatırla."
Yorumlar
Yorum Gönder