Kültür ve sanat denilince akla gelen ilk isimlerden biri
olan yazar, seslendirme sanatçısı ve sunucu Yekta Kopan ile edebiyattan
sinemaya, tiyatrodan müziğe kadar sanatın birçok alanını ve o alanlardaki güzellikleri,
beklentileri ve zorlukları içeren çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Siz
aslında birçoğumuzun hayatına bir şekilde dokunuyorsunuz, sanatın çoğu alanında
sizi görüyoruz ve ortada çok yönlü bir kariyer var. Peki, siz kendinizi
hangisini yaparken daha iyi hissediyorsunuz?
Yaptığım her işi,
yani o anda hangi işi yapıyorsam, o işe gereken emeği vererek yapmaya özen
gösteriyorum. Bunların arasında bir ayrım, bir sınıflandırma, bir
basamaklandırma hiçbir zaman yapmamaya özen gösterdim. Ama elbette kendimi en
mutlu hissettiğim iş, gerçi iş demiyorum ona, çünkü o benim hayatım. Yazmak…
Yazdığım zaman, okuduğum zaman kendimi çok daha iyi, hayatı daha anlamaya
çalışan biri olarak hissediyorum. Onun dışında diğer yaptıklarım arasında bir
yarış düzenlemiyorum.
Babanız tiyatrocuydu ve çok küçük yaşlarda seslendirme
yapmaya başladınız, bize bu süreci anlatır mısınız?
Açıkçası
bu süreç babam, babamdan kaynaklanarak ablam ve ablamdan kaynaklanarak da ben
olarak ilerledi. Ankaralıyım. O zamanlarda TRT Ankara Televizyonu, televizyon yayıncılığının
merkeziydi ve özellikle de seslendirilmiş işler burada yapılırdı. Ablam Yeşim
Kopan seslendirme yapmaya benden çok önceleri başlamıştı. Bir gün küçük çocuk
rolü gerekmiş ve bunu da gerçekten yapabilecek bir küçük çocuk konuşsun
istenmiş. “Öyle biri var mı?” dediklerinde ablamın aklına ben gelmişim. Çok
erken yaşlarda okula gitmeden önce okuma yazma öğrenmiştim, demek ki ablam da
benim yapabileceğimi düşünmüş. Apar topar alıp stüdyoya götürdüler, gidiş o
gidiş ve bir daha da çıkmadım stüdyodan.
“Gidemediğim yerlere gittiğim, tanıyamayacağım
insanları tanıdığım, kuramayacağım hayalleri kurduğum bir dünyanın içinde olmak
beni çok mutlu etti…”
Biraz da edebiyat dünyanızda yolculuğa çıkalım
istiyorum. Edebiyata olan ilginiz ve öykü yazmaya başlamanız ne zaman oldu?
Edebiyata
olan ilgim okumakla başladı. Dediğim gibi çok erken yaşta, okul öncesi yaşta
okuma yazmayı öğrendim ve kitapların dünyasında kendimi çok mutlu hissettim.
Gidemediğim yerlere gittiğim, tanıyamayacağım insanları tanıdığım,
kuramayacağım hayalleri kurduğum bir dünyanın içinde olmak beni çok mutlu etti.
Çok erken yaşta çok okumaya başladım, daha sonraları duygularımı da yazarak
ifade etmek aynı şekilde beni mutlu etmeye başladı. Önceleri şiirler yazardım.
Hem çocukluğumda hem de daha sonrasında ergenliğimde şiirler yazardım, ama bu
arada ufak ufak düz yazılar, denemeler, sinema üstüne yazılar, edebiyat üzerine
yazılar da yazmaya başlamıştım. Yavaş yavaş bunlar bir hikaye etme isteğine
dönüştüğünde, yine ergenlik yıllarımdan itibaren hikayeler, öyküler, öykücükler
yazmaya başladım. Çeşitli türlerde yazmaya ve okumaya devam ettim. Sonra bu
süreç beni tümüyle öykülere, oradan romanlara ve oradan da yazı dünyasının
içine davet etti.
O süreçte de yazılarınız çeşitli
edebiyat dergilerinde yayımlandı…
Evet, yayımlandı ve aynı
zamanda yayımlanmadı. Sadece yayımlandı diye düşünmek gerekmiyor, çünkü çokça
yazdım ve çokça dergilere gönderdim. Çokça yayımlanmasını istedim ve çokça
reddedildim. Beğenilmeyen yazılarım oldu, bir daha çalıştım, bir daha uğraştım,
didindim. Yayımlanan yazılarım oldu, ama hiçbir zaman “Aaa yayımlandı, şimdi
tamam oldum” demedim, tekrar çalışmaya başladım. Bence dergiler, yazmanın ve
daha sonra giderek yazar olmanın en önemli süreçlerinden ve okullarından
biridir. Yazar olarak kendimi tanımlamadan önce, o dergilerin dünyasından ve
dergilerin bana yarattığı okul atmosferinden mezun oldum.
Bütün öykülerinizde bir meselenin peşinden
koşuyorsunuz. Galiba şu sorunun şimdi tam zamanı, öyküleriniz nasıl oluşuyor?
Meseleyle oluşuyor…
Gerçekten önce bir mesele kafamda şekilleniyor, zaten bir insan olarak ve
ayrıca da bir yazar olarak hayatla ilgili birçok meselem var. Bu meseleler kimi
zaman çok büyük olabilir, kimi zaman daha küçük olabilir. Kimi zaman toplumsal,
kimi zaman aşırı kişisel olabilir. Anlık olabilir, bütün ömrüme yayılan
meseleler olabilir. Ama bir meselenin üstüne yoğunlaştığımda ve onu düşünmeye
başladığımda onun farklı açılarını, farklı yollarını ve farklı anlatım
yollarını arıyorum. Bu anlatım yolları giderek öykü dünyasına, giderek
karakterler dünyasına, giderek bir atmosfere davet ediyor ve düşünmeye
yoğunlaşmaya devam ediyorum. Yazmaya başlamamın temelinde hep bir mesele var.
Hayatla bir meselem var…
“Okurun kitaptan çıktıktan sonra temel
bir mesele çevresinde düşünmeye başlamasını isterim…”
En son kitabınız “Sakın Oraya Gitme” de
genel olarak özgürlük teması işlenmiş. Kitapta birbirinden bağımsız öykülerle
karşılaşıyoruz, fakat hepsinin verdiği ortak mesaj şu: “Seni senden başka kim
özgürleştirebilir ki?” Peki, bu noktada merak ettiğim soru şu, bunların hangileri
sizin gerçek hayatta tanık olduğunuz olaylardan esinlenip yazdığınız, hangileri
ise yaratıcılığınız ve hayal gücünüz ile yazdığınız öyküler?
Bugüne
kadar yayımlanmış bütün öykülerimde kurmaca metinler oluşturdum. Sadece birkaç
öyküm vardır ki, gerçek hayattan fazlaca alınmış ve bunun üstüne bir kurmaca
dünya kurulmuştur. Bu kitapta da gerçek hayattan fazlaca aldığım ve kurmacayı
bunun üstüne oluşturduğum bir, bir buçuk öykü kadar bir şey var. Ama bunların
hangi öykü olduğunun bir önemi yok. Ne şu öykü gerçek hayata daha fazla dokunan
bir şeydir diyebilirim, ne de bu öykü dokunmuyor diyebilirim. Saklayacak bir
şey de değil, “Bisiklet” öyküsünde bir ölüm haberi vardır. O ölüm haberi benim
gerçekten aldığım bir ölüm haberidir, ama öykünün tümü beni buradan kurmaca
dünyaya davet eder, çünkü o ölüm haberini almamla bende oluşan bir mesele
vardır ve o meselenin üstünden yeniden bir dünya kurmaya özen gösteririm.
Sorunda
özellikle şunun altını çizmek isterim, öykü kitapları evet birbirinden bağımsız
gibi görünen metinlerden, öykülerden oluşur. Ama ben öykü kitaplarımda her
zaman bu birbirinden bağımsız yedi, sekiz, on öykünün de aslında meselelerinin
örtüşmesini, meselelerinin dirseklerinin birbirine değmesini, okurun kitaptan
çıktıktan sonra temel bir mesele çevresinde düşünmeye başlamasını isterim. O
yüzden de öykülerin meselelerinin, olay örgülerinin, duygularının komşuluğuna
özen gösteririm. “Sakın Oraya Gitme” kitabımda da özgürlükler ve hafıza benim temel
meselelerimden biriydi ve bütün öyküler de bu ikisinin çevresinde döndü durdu.
Edebiyat dergileri genç öykücülere kapı açmak için
inanılmaz bir kaynak ve sizin de edebiyata ilk adımınızı bu şekilde attığınız
biliyoruz. Şu an yayımlanan edebiyat dergilerini
nasıl görüyorsunuz?
Açıkçası
şu anda piyasada çok fazla edebiyat dergisi yok. Bugün piyasada satış rakamı
olarak da, adet olarak da, başlık olarak da çokça popüler kültür dergisi var.
Kimileri edebiyat, kimileri popüler kültür, kimileri ise sokak kültürü gibi
farklı alt başlıklarda tanımlansalar da, aslında duygu dünyaları birbirine
yakın. Gerçekten edebiyatın üretimini, paylaşımını, meselelerini, dünyadaki
karşılıklarını kendine dert edinen çok az sayıda dergi var. Bunların bazıları
daha iyi olmaya özen gösteriyor, bazıları da açıkçası piyasanın vahşi koşulları
ve özellikle de satış koşulları altında zorlanıyor, çünkü nitelikli bir dergi
oluşturmak gerçekten kolay bir şey değil. Ekonomik olarak da kolay değil… Okur
tarafından bir ilgi görmesi gerekiyor ve bir satış rakamına ulaşması gerekiyor ki
bu dergiler istenilen nitelikte ve istenilen süreklilikte çıksın. Türkiye’de ne
yazık ki bu dergiler belli bir süre sonra kaderine terk edildiği için çoğu
zaman batar. Daha kolay tüketilen dergilerin ömürleri daha uzun oluyor.
Türkiye’de bugün nitelikli edebiyat dergileri yok değil, ancak sayısı çok az.
Popüler kültür dedik, kolay tüketim dedik… O zaman
aklıma gelen şu soruyu da sormak isterim, 9 Nisan 2017 tarihinde gazeteci Elif
Key’in yazdığı “Klişe Candır” adlı yazıyı retweet yaptığınızı gördüm. Sizce
bizler neden bu klişelerden kurtulamıyoruz ve neden belli kalıplar içinde
sıkışıp kalıyoruz?
Klişeler konfor
alanı yaratır. Yeniden düşünce üretmeni, yeniden bu düşünce üzerinden cümleler
oluşturmanı gerektirmez. Klişeler üstünden ortak bir zihin oluşturulabilir,
çünkü klişeler herkesin aynı şekilde tanımlayabileceği bir dünya yaratır, bir
konfor alanı yaratır ve sen de o dünyanın bir parçası olursun. Düşünsel olarak
yeniden emek vermen gerekmez. O konfor alanında, o rahatlama alanında olmak ve
de o tembellik kimilerine iyi gelir. Ancak kimi zaman klişeler de iyidir, bu
arada bir klişe düşmanı olarak ortaya çıkmayayım… Şunu da görmek lazım, kimi
zaman klişeler birbirimizi daha hızlı, daha kolay anlamamız için bize bir yol
açarlar. Ama klişelerin dünyasından çıkamamaya başladığınızda ve her şeyi bir
klişe haline getirme haline başladığınızda, o da bir klişeye dönüşür. Kendi
içine kapanan bir duyguya dönüşür ve bir süre sonra klişeler labirentinde
kaybolursunuz.
“Yahu biz böyleyiz işte unutup gidiveriyoruz klişesine
sığınan bir coğrafyada yaşamak istemiyorum…”
Gelelim Kültür Sanat Yıllığı Can Almanak’a… Fikir
kimden çıktı ve ilk çalışmalar ne zaman başladı?
Fikir
benden çıktı, bu aslında benim uzun zamandır kafamda oluşan bir şeydi. 2014
yılında ilk kez bunu yüksek sesle dile getirdim. Can Yayınları’na bunu dile
getirdiğimde onlar da büyük bir heyecanla karşıladılar ve bunun üzerine hemen çalışmalara
başladık, çünkü arkasında bir yayınevinin durması gereken bir proje bu, büyük
çaplı bir iş. Çok güvendiğim iki arkadaşım Zeynep Miraç ve Sibel Oral’a telefon
ettim ve onlar daha projenin tümünü bile dinlemeden, ilk anlatmaya başladığımda
birkaç kelimeden heyecanlandılar ve bana katıldılar. 2014’ün sonlarında
başladık ve önce 2015’i daha sonra da 2016’yı yaptık. Zor ve meşakkatli bir
çalışma… Kadroda Zeynep Miraç ve Sibel Oral haricinde anmam gereken çokça isim
var ve hepsine çok teşekkür ediyorum. Bütün amacım kültür sanatın hafızasını
oluşturmaktı, çünkü hafıza benim yine temel meselelerimden biri. “Yahu biz
böyleyiz işte, unutup gidiveriyoruz” klişesine sığınan bir coğrafyada yaşamak
istemiyorum.
Kültür sanat etkinlikleri ve ülkemizdeki genel ilgi
oranının düşük olması ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
İlgi oranının düşüklüğü
diye sıyrılırsak burada da bir hata yapmış olabiliriz. Kültür sanat
etkinlikleri ne derece yeni cümleler kuruyor, ne derece yenilikçi, ne derece
yeni bir şeyler yapılabiliyor, bunların yapılabildiği mekanlar ne kadar var,
bunların olanakları nedir, bu kültür sanat etkinliklerinin düzenlenebilmesi
için ne gibi bir alt yapı sağlanıyor mekan olarak, vergi muafiyeti olarak ve de
destekler olarak… Dolayısıyla bütün bunların üstünden bu etkinlikler ne kadar
gerçekleştirilebiliyor? Gerçekleştirebilenler ne kadar ekonomik olarak ayakta
durabiliyor ve ne kadar içerik olarak ayakta durabiliyor gibi çokça yönüne
bakmak lazım… Ama bütün bu yönlere baktıktan sonra seninle biz diyorsak ki, “Evet
yahu katılım düşük, daha iyi olabilir”, bunun da nedenini ülkenin milli eğitim
politikalarında, kültür sanat politikalarında, nesilden nesile aktarılan kültür
sanat algısında aramak gerekiyor. Biz ne yazık ki kültür sanat etkinliklerinde
bile anlık menfaatler, kazanımlar ve bana faydası ne olacak sorusunun
cevaplarını ararız. Tüm bunların ötesinde bir kültür sanat etkinliğinin, bir
kültür sanat ürününün üretiminin bizim hayatımızın yarınına nasıl bir verim
kattığını düşünmeyiz. İşte bunun düşünülebileceği bir eğitim öğretim ve kültür
sanat politikası sisteminin oluşması ile ancak belki bugünden yarına biraz daha
sorunun cevabını vermemizi sağlar.
Sinema salonlarında tekelci bir zihniyetin hakim
olduğu bir gerçek, bu konu hakkında da düşüncelerinizi almak isteriz…
Hangi
konuda tekelci bir zihniyet yok ki diye başlayayım ve şöyle devam edeyim.
Sinema salonları bunu en yüksek sesle adlandırabileceğimiz örneği. Ama bununla
da sınırlı değil… Müzik alanında örneğin ya da kitap dağıtım ağı alanında,
birçok alanda bu tekelci zihniyet var. Çünkü ne yazık ki ekonomik olarak bütün
bunların yani daha bağımsız, daha küçük ölçekli yapıların ekonomik olarak
ayakta durmasını sağlayacak düzenlemeler yok. Sadece ekonomi de değil, bütün
bunların iç içe giren ilişkiler olduğunu düşünüyorum. Örneğin, sinemalarla
ilgili konuda şunu söyleyebilirim, bu sadece işin ekonomisiyle veya sinemalarla
değil, aynı zamanda yine kültür sanat politikalarıyla, şehircilik,
belediyecilik politikalarıyla bir araya gelerek çözülmesi gereken konular. Siz
bir şehrin, bir beldenin sokağa kapısı açılan sinemasına, bu sinemasının
hafızasını, bu sinemayla ilgili duygusal hafızayı yok etmeye çalıştığınız zaman
aslında sadece ve sadece bir ekonomik tekel elde etmiş olmuyorsunuz, aynı
zamanda bu tekelle birlikte bir kültürel hafızayı ve bir kültürel sürekliliği
de yok etmiş oluyorsunuz.
Sinema salonlarında ağırlıklı olarak komedi, aşk,
aksiyon filmlerini görüyoruz. O salonlarda sanatsal yönü ağır basan filmlerin
yer bulması oldukça zor. Sanatsal filmler yayınlayan sinema salonları yok değil,
tabii ki var, ancak sayıları oldukça az, peki sizce bu salonlar çoğalabilir mi?
Çoğalabilir,
ama sinemada tekelleşme, klişelere yenik düşme, sinema veya benzeri üretimlerde
bazı türlerin daha kolay ve daha çok tüketiliyor olması gibi tüm bu sorunları
üst üste bindirdiğimizde aynı cevaba ulaşıyoruz. Yeni bir şey düşünmekten, yeni
düşüncelere kapı açmaktan ve bunu bir diğeriyle tartışmaktan çekinen bütün
zihniyetler kolaycı bir alana kendilerini hapsederler. Kolaycı alan nedir? Evet,
girersin ve hiçbir şey düşünmeden çıkarsın. Dinlersin, hiçbir şey düşünmeden
dinlediğin şeyden ayrılırsın. Bir konsere gidersin, “hadi aşık olalım daha çok
aşık olalım” denen bir şarkıyla birazcık eğlenir, içindeki kurtları döker ve çıkarsın.
Sinemaya gidersin, kahkaha atar çıkarsın. Bunlar da olmalıdır, mutlaka
olmalıdır, komedi filmleri olmalıdır. Biraz bizi böyle oynatan, eğlendiren
konsere girip çıkmalıyız. Rahat alanlarımız da olmalı, ben demiyorum ki mutlaka
her gün hayatın isini, pasını, tozunu düşünelim, dramlar yaşayalım. Ama bir
yandan da biz eğer yarın oluşturacaksak, yeniden bir şeylerle hesaplaşmalıyız,
yeniden bir şeyleri sorgulamalıyız, yeniden bir şeyleri aramalıyız. Biz aynı
konfor alanı içinde sadece aynı günü yaşamaya devam edersek, yeni bir gün
sunamayız kendimize. Bütün bunlar konfor alanından kaynaklanıyor. Bu dünyada da
böyledir. Komedi iş yapar. Hollywood Sineması’nın Blockbuster diye sunduğu
alanlar vardır, bunlar daha çok iş yapar, bunlar olmalıdır, burada da
olmalıdır. Ama bir yandan da bunlarla birlikte edebiyattan resme, sahne
sanatlarından müziğe kadar yeni, bizi zorlayacak, düşünce alanımızı zorlayacak,
yeni kapılar açmamızı sağlayacak, acaba dedirtecek, hesaplamamışı sağlayacak,
bir diğeriyle oturup konuşmamızı sağlayacak hikayeler de olmalıdır, insanlar
birbirine yeni hikayeler anlatmalıdır. Tıpkı şu anda seninle benim büyük bir
heyecanla burada oturup bunları konuşuyor olmamız, bundan mutluluk duyuyor
olmamız gibi ve bununla birlikte bir yarın oluşturabilecek olma umudumuz gibi…
“Tiyatro bugün yeni sözler söylemek konusunda çok
cesur bir sanat dalı”
Peki ya tiyatrolar… Tiyatro sanatçılarının reklam ya
da sponsorluk alamamalarına ve kendi tanıtımlarını yapmak zorunda kalmalarına
rağmen, çok güzel oyunlar oynayarak ayakta durabilmelerini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Tiyatro şu
anda bütün bu sanat alanları içinde en cesur adımları atan alanlardan biri.
Bütün dünyanın baskı hissetmeye başladığı şu dönemlerde, tiyatronun çok önemli
sözler söylediğini ve şu anda Türkiye’de de çok cesur bir tiyatro zihniyeti
olduğunu, çok cesurca işler yapıldığının altını çizmek isterim. Hepsinin önünde
saygıyla eğiliyorum, ancak dediğin doğru, bütün bu işlerin bir ekonomik
karşılığı var, bu ekonomik karşılığı görmekte ve ekonomik kaynakları yaratmakta
zorlanıyorlar. Bu konuda birçok şeyin baskısına yenik düşmeyen tiyatronun ve
diğer üretimlerin, sermayenin de baskısına yenik düşmeyeceğini ve günün birinde
sermayeyi dize getireceğine inanıyorum. Bunun nasıl olacağını tanımlamam şu anda
çok zor, ama içimde bu konuda bir umut var. Çünkü yeni sözler söyleyen, her
zaman eski sözleri söyleyenin üstüne gidecek kadar cesurdur. Tiyatro bugün yeni
sözler söylemek konusunda çok cesur bir sanat dalı ve zamanla onun bu sorunları
aşacağını düşünüyorum. Şöyle de bir şey var aslında, bir yandan da düşünerek
konuşuyorum. Bütün oyunlar doluyor, bu çok önemli bir şey… 15 kişilik salondan
130 kişilik salona kadar hepsi doluyor, hepsi seyirciye ulaşmaya çalışıyor,
çünkü seyirci o sözlere değer veriyor. Bir gün o sponsorlar da bu değerin
verileceğini görecekler. Sponsorların söylediğinden çok daha fazla değer o
sözlere veriliyor.
Sizin alternatif müzik yapan sanatçılara ayrı bir değer
verdiğinizi biliyoruz. Bunu Youtube programınız “Noktalı Virgül”de de çok net görüyoruz.
Peki, ülkemizde genel olarak alternatif müzik yapan sanatçılara seslerini,
sanatlarını duyurabilmeleri için yeterli alan açıldığını düşünüyor musunuz?
Açılıyor,
yani günümüzde artık alternatif müzik denilen şey ana akım müzik olmuş durumda.
Alternatif müziği üreten insanların çoğu da zaten bu açılan alandan girip,
burayı daha genişletebileceğinin farkında. Bu konuda o kadar umutsuz değilim,
ama elbette çok daha geniş alana ulaşabilir ve ulaşmalıdır. Ama son zamanlarda
bir yandan Eskişehir’de, Kayseri’de, Konya’da, Adana’da, İzmir’de ve daha birçok
yerde bu müzikleri ve bu müziklerin üreticilerini konuk eden mekanlar, barlar,
publar, kulüpler oluşmaya başlaması ve buralara bir seyirci akının oluşması
beni çok mutlu ediyor. Alternatif müzik, ana akım müziği de hizaya çeker, onun da
o konfor alanını rahatsız eder, onun o kolaycılığını, tekrar eden ezberini
bozar. Bunun farkında olan gençler o ezberi bozmaktan, o ana akım denilen ve
gerçekten bildiğini tekrar etmekten öteye hiçbir şey üretmeyen alanı rahatsız
etmekten bence mutlular, çünkü yarının yeni düşüncelerle oluşacağını onlar da
biliyorlar. İşte bunlardan biri de bence sensin, dolayısıyla sizlere güvenerek
ben de o müziği paylaşmayı çok seviyorum.
Sinemayı, edebiyatı, tiyatroyu, müziği konuştuk Yekta
Bey… Hepsinde çeşitli sorunlar, beklentiler var. Bir de bu işin pazarlama
tarafı var. Üzerine ilgi duyduğum ve araştırmaya başladığım bir alan sanat ve
sanatın pazarlanması. Bu konu hakkında da sizin düşüncelerinizi almak isterim.
Bu konu
benim çok uzmanlık alanım olan bir konu olmadığı için çok iddialı laflar etmek
istemem. Ama şunun çok net farkındayım, bundan 4-5 sene önce örneğin alternatif
denilen bir müzisyen kabul görmezken, salonlar ve konserler için onlara kapılar
açılmazken, bugün o kişiler senin, benim, bizlerin, sizlerin gösterdiği ilgi
sayesinde o salonların kapısını yıkarak açtı. Bundan 4-5 sene önce edebiyat
yayımcılığı başka bir alemdeyken, bugün o edebiyat yayımcılığı başka bir evreye
geçmeye başladı. Ne sayesinde başladı? Yine o yeni sözleri arzulayan, o yeni
cümleleri duymak isteyen biz okurlar sayesinde başladı. Pazarlamanın baskı
altına alan ve tek elde toplayan yapısı ancak ve ancak bu cümlelerin bizlerin
zihnindeki karşılığıyla kırılabilir. Ben zaman içinde bunun da oluşacağını
düşünüyorum, ama bir yandan da böyle çok hayalperest umutlar besleyen bir adam
değilim. Diğer yandan da dünya tarihinde her zaman olduğu gibi paranın
kaynağındakinin iki dudağının arasından akan bazı olaylar var. Evet, sanat
üretiminin pazarlamaya yenik düştüğü anlar olacaktır, ama düştüğü gibi
kalkmasını da başaracaktır diye düşünüyorum.
Sanatseverlere önümüzdeki dönemlerde olacak
etkinlikler için önerileriniz neler?
Her şeye gitsinler.
Caz festivali, klasik müzik festivali... Sadece İstanbul İKSV tarafından
düzenlenen festivallere değil, daha küçük çaplı festivallere de gitsinler,
kısacası bütün festivallere gitsinler. Bunun haricinde, sanat şöyle bir şeydir,
birilerinin şuna mutlaka gidin ya da buna mutlaka gidin denmesiyle yönlenecek
bir şey değildir. Bir gün gidersin bir şeye, keşfedersin ve kendini
alıkoyamazsın. Biri bir caz konserinde kendisini delicesine mutlu hissederken,
bir diğeri olağanüstü bir türkü dinletisiyle kendisini yarınlara açabilir.
Önemli olan bir şeyin takipçisi olmak, bir şeyin ilgilisi olmak ve ilgilisi
olduğun şeyinde bilgilisi olmaya çalışmak… Bu bakış açısından kopmamak lazım.
Yeni bir proje, yeni bir kitap var
mı?
Evet, önümüzde ki
1-2 ay içinde okul öncesi çocuklar için yazdığım kitabım var, Burun… Burun’un ikinci
cildi çıkıyor. Bir diğer kitap projesi için de tarih veremem, ama o kitapta şu anda
yazılmakta…
Bu keyifli ve doyurucu sohbet için çok teşekkür ederim…
Rica ederim, benim
için de oldukça keyifliydi…
İşte böyle… Benim
Yekta Kopan’ı tanıdığımdan, öykülerinde yolculuğa çıktığımdan, seslendirmelerinden
ve yoğun kültür sanat bilgisinden etkilendiğimden beri hayalini kurduğum
röportajı tamamladım. Böylelikle, melodilerle başlayan sohbetimiz de,
pidelerimizi yiyerek son buldu. İnsanın insana tahammülü olmadığı, birbirine
hikayelerini anlatamadığı bu dönemlerde böylesine enerji ve hayat dolu
insanlarla karşılaşmak, tanışmak, bir meseleyi paylaşmak, insanın insana
özgürce dokunabiliyor olması öyle müthiş bir şey ki… Samimi, doğal,
bilgilerinden feyz alabileceğimiz insanlar iyi ki varlar…
Sevgili Yazar,
YanıtlaSilRöportaj yayınınızı okudum. Gerçekten bir röportaj kriterleri taşımaktadır. Varolan giriş yazısındaki hikaye kısmı çok güzel olmuş uzunluğu biraz olsa da ortam betimlemesi yapabilirdiniz ama bu halide takdire şayan bir oluşumdur. Röportaj soruları gerçekten çok çana yakın ve beklenmedik bir derinlikten sorulardı. :-) Söz konusu olan en güzel yer ise bitiş, sonsöz idi; Gerçekten türlerini zorlayan bir yapıdaydı... Genel olarak değerlendirmek gerekirse, sizin nazik ruhunuz ve durmadan bir şeyleri keşfetme yapınız, her yapınızda renkli bir hale getirerek bu evreni aşacak bir haldedir... İçinizdeki o ruhu kaybetmemeniz dileğiyle. Saygılarımla...