Ana içeriğe atla

“Hayatla bir meselem var…"


Kültür ve sanat denilince akla gelen ilk isimlerden biri olan yazar, seslendirme sanatçısı ve sunucu Yekta Kopan ile edebiyattan sinemaya, tiyatrodan müziğe kadar sanatın birçok alanını ve o alanlardaki güzellikleri, beklentileri ve zorlukları içeren çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.

Yekta Kopan ile Taksim Tünel’de bulunan Çinili Han’daki Dore Music mağazasında buluşmak için sözleştik. Heyecanımdan ve gerçek anlamda ilk röportajım olacağından, titreyen dizlerimle yarım saat önce oradaydım. Sözleştiğimiz saatte Yekta Kopan’ın uzaktan gülümseyerek yaklaştığını gördüm. O gün aynı zamanda Youtube kanalı “Noktalı Virgül” programının çekimleri de vardı ve 123’ün vokalisti olarak tanınan Dilara Sakpınar, solo projesi “Lara Di Lara” albümü ile programın konuğuydu.  Yekta Kopan, Dilara ile sarılıp selamlaştıktan sonra benimle de sarılıp selamlaşarak bizi tanıştırdı ve çekim ekibi bir saat sonra geleceğinden, yakınlarda bulunan bir kafeye gittik ve bir saat boyunca röportajdan ve çekimden bağımsız inanılmaz güzel, samimi, hayatın içinden bir sohbet gerçekleştirdik. Açıkçası röportaj heyecanımı atmam için bu sohbet ve sonrasında yapılan çekim çok iyi geldi. Daha sonra çekim ekibinin gelmesi ve Yekta Kopan’ın, Dilara ile keyifli sohbetinin bitmesinin ardından sıra geldi benim Yekta Kopan ile hayalini kurduğum röportajı yapmaya… Yekta Kopan mağazanın ambiyansına uygun olarak aldı eline bir gitar, notalara basmasıyla birlikte de sohbetimiz müzik tınısı eşliğinde başladı…

Siz aslında birçoğumuzun hayatına bir şekilde dokunuyorsunuz, sanatın çoğu alanında sizi görüyoruz ve ortada çok yönlü bir kariyer var. Peki, siz kendinizi hangisini yaparken daha iyi hissediyorsunuz?

Yaptığım her işi, yani o anda hangi işi yapıyorsam, o işe gereken emeği vererek yapmaya özen gösteriyorum. Bunların arasında bir ayrım, bir sınıflandırma, bir basamaklandırma hiçbir zaman yapmamaya özen gösterdim. Ama elbette kendimi en mutlu hissettiğim iş, gerçi iş demiyorum ona, çünkü o benim hayatım. Yazmak… Yazdığım zaman, okuduğum zaman kendimi çok daha iyi, hayatı daha anlamaya çalışan biri olarak hissediyorum. Onun dışında diğer yaptıklarım arasında bir yarış düzenlemiyorum.

Babanız tiyatrocuydu ve çok küçük yaşlarda seslendirme yapmaya başladınız, bize bu süreci anlatır mısınız?

Açıkçası bu süreç babam, babamdan kaynaklanarak ablam ve ablamdan kaynaklanarak da ben olarak ilerledi. Ankaralıyım. O zamanlarda TRT Ankara Televizyonu, televizyon yayıncılığının merkeziydi ve özellikle de seslendirilmiş işler burada yapılırdı. Ablam Yeşim Kopan seslendirme yapmaya benden çok önceleri başlamıştı. Bir gün küçük çocuk rolü gerekmiş ve bunu da gerçekten yapabilecek bir küçük çocuk konuşsun istenmiş. “Öyle biri var mı?” dediklerinde ablamın aklına ben gelmişim. Çok erken yaşlarda okula gitmeden önce okuma yazma öğrenmiştim, demek ki ablam da benim yapabileceğimi düşünmüş. Apar topar alıp stüdyoya götürdüler, gidiş o gidiş ve bir daha da çıkmadım stüdyodan.

“Gidemediğim yerlere gittiğim, tanıyamayacağım insanları tanıdığım, kuramayacağım hayalleri kurduğum bir dünyanın içinde olmak beni çok mutlu etti…”

Biraz da edebiyat dünyanızda yolculuğa çıkalım istiyorum. Edebiyata olan ilginiz ve öykü yazmaya başlamanız ne zaman oldu?

Edebiyata olan ilgim okumakla başladı. Dediğim gibi çok erken yaşta, okul öncesi yaşta okuma yazmayı öğrendim ve kitapların dünyasında kendimi çok mutlu hissettim. Gidemediğim yerlere gittiğim, tanıyamayacağım insanları tanıdığım, kuramayacağım hayalleri kurduğum bir dünyanın içinde olmak beni çok mutlu etti. Çok erken yaşta çok okumaya başladım, daha sonraları duygularımı da yazarak ifade etmek aynı şekilde beni mutlu etmeye başladı. Önceleri şiirler yazardım. Hem çocukluğumda hem de daha sonrasında ergenliğimde şiirler yazardım, ama bu arada ufak ufak düz yazılar, denemeler, sinema üstüne yazılar, edebiyat üzerine yazılar da yazmaya başlamıştım. Yavaş yavaş bunlar bir hikaye etme isteğine dönüştüğünde, yine ergenlik yıllarımdan itibaren hikayeler, öyküler, öykücükler yazmaya başladım. Çeşitli türlerde yazmaya ve okumaya devam ettim. Sonra bu süreç beni tümüyle öykülere, oradan romanlara ve oradan da yazı dünyasının içine davet etti.

O süreçte de yazılarınız çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı…

Evet, yayımlandı ve aynı zamanda yayımlanmadı. Sadece yayımlandı diye düşünmek gerekmiyor, çünkü çokça yazdım ve çokça dergilere gönderdim. Çokça yayımlanmasını istedim ve çokça reddedildim. Beğenilmeyen yazılarım oldu, bir daha çalıştım, bir daha uğraştım, didindim. Yayımlanan yazılarım oldu, ama hiçbir zaman “Aaa yayımlandı, şimdi tamam oldum” demedim, tekrar çalışmaya başladım. Bence dergiler, yazmanın ve daha sonra giderek yazar olmanın en önemli süreçlerinden ve okullarından biridir. Yazar olarak kendimi tanımlamadan önce, o dergilerin dünyasından ve dergilerin bana yarattığı okul atmosferinden mezun oldum.

Bütün öykülerinizde bir meselenin peşinden koşuyorsunuz. Galiba şu sorunun şimdi tam zamanı, öyküleriniz nasıl oluşuyor?

Meseleyle oluşuyor… Gerçekten önce bir mesele kafamda şekilleniyor, zaten bir insan olarak ve ayrıca da bir yazar olarak hayatla ilgili birçok meselem var. Bu meseleler kimi zaman çok büyük olabilir, kimi zaman daha küçük olabilir. Kimi zaman toplumsal, kimi zaman aşırı kişisel olabilir. Anlık olabilir, bütün ömrüme yayılan meseleler olabilir. Ama bir meselenin üstüne yoğunlaştığımda ve onu düşünmeye başladığımda onun farklı açılarını, farklı yollarını ve farklı anlatım yollarını arıyorum. Bu anlatım yolları giderek öykü dünyasına, giderek karakterler dünyasına, giderek bir atmosfere davet ediyor ve düşünmeye yoğunlaşmaya devam ediyorum. Yazmaya başlamamın temelinde hep bir mesele var. Hayatla bir meselem var…

 “Okurun kitaptan çıktıktan sonra temel bir mesele çevresinde düşünmeye başlamasını isterim…”

En son kitabınız “Sakın Oraya Gitme” de genel olarak özgürlük teması işlenmiş. Kitapta birbirinden bağımsız öykülerle karşılaşıyoruz, fakat hepsinin verdiği ortak mesaj şu: “Seni senden başka kim özgürleştirebilir ki?” Peki, bu noktada merak ettiğim soru şu, bunların hangileri sizin gerçek hayatta tanık olduğunuz olaylardan esinlenip yazdığınız, hangileri ise yaratıcılığınız ve hayal gücünüz ile yazdığınız öyküler?

Bugüne kadar yayımlanmış bütün öykülerimde kurmaca metinler oluşturdum. Sadece birkaç öyküm vardır ki, gerçek hayattan fazlaca alınmış ve bunun üstüne bir kurmaca dünya kurulmuştur. Bu kitapta da gerçek hayattan fazlaca aldığım ve kurmacayı bunun üstüne oluşturduğum bir, bir buçuk öykü kadar bir şey var. Ama bunların hangi öykü olduğunun bir önemi yok. Ne şu öykü gerçek hayata daha fazla dokunan bir şeydir diyebilirim, ne de bu öykü dokunmuyor diyebilirim. Saklayacak bir şey de değil, “Bisiklet” öyküsünde bir ölüm haberi vardır. O ölüm haberi benim gerçekten aldığım bir ölüm haberidir, ama öykünün tümü beni buradan kurmaca dünyaya davet eder, çünkü o ölüm haberini almamla bende oluşan bir mesele vardır ve o meselenin üstünden yeniden bir dünya kurmaya özen gösteririm.

Sorunda özellikle şunun altını çizmek isterim, öykü kitapları evet birbirinden bağımsız gibi görünen metinlerden, öykülerden oluşur. Ama ben öykü kitaplarımda her zaman bu birbirinden bağımsız yedi, sekiz, on öykünün de aslında meselelerinin örtüşmesini, meselelerinin dirseklerinin birbirine değmesini, okurun kitaptan çıktıktan sonra temel bir mesele çevresinde düşünmeye başlamasını isterim. O yüzden de öykülerin meselelerinin, olay örgülerinin, duygularının komşuluğuna özen gösteririm. “Sakın Oraya Gitme” kitabımda da özgürlükler ve hafıza benim temel meselelerimden biriydi ve bütün öyküler de bu ikisinin çevresinde döndü durdu.


Edebiyat dergileri genç öykücülere kapı açmak için inanılmaz bir kaynak ve sizin de edebiyata ilk adımınızı bu şekilde attığınız biliyoruz.  Şu an yayımlanan edebiyat dergilerini nasıl görüyorsunuz?

Açıkçası şu anda piyasada çok fazla edebiyat dergisi yok. Bugün piyasada satış rakamı olarak da, adet olarak da, başlık olarak da çokça popüler kültür dergisi var. Kimileri edebiyat, kimileri popüler kültür, kimileri ise sokak kültürü gibi farklı alt başlıklarda tanımlansalar da, aslında duygu dünyaları birbirine yakın. Gerçekten edebiyatın üretimini, paylaşımını, meselelerini, dünyadaki karşılıklarını kendine dert edinen çok az sayıda dergi var. Bunların bazıları daha iyi olmaya özen gösteriyor, bazıları da açıkçası piyasanın vahşi koşulları ve özellikle de satış koşulları altında zorlanıyor, çünkü nitelikli bir dergi oluşturmak gerçekten kolay bir şey değil. Ekonomik olarak da kolay değil… Okur tarafından bir ilgi görmesi gerekiyor ve bir satış rakamına ulaşması gerekiyor ki bu dergiler istenilen nitelikte ve istenilen süreklilikte çıksın. Türkiye’de ne yazık ki bu dergiler belli bir süre sonra kaderine terk edildiği için çoğu zaman batar. Daha kolay tüketilen dergilerin ömürleri daha uzun oluyor. Türkiye’de bugün nitelikli edebiyat dergileri yok değil, ancak sayısı çok az.

Popüler kültür dedik, kolay tüketim dedik… O zaman aklıma gelen şu soruyu da sormak isterim, 9 Nisan 2017 tarihinde gazeteci Elif Key’in yazdığı “Klişe Candır” adlı yazıyı retweet yaptığınızı gördüm. Sizce bizler neden bu klişelerden kurtulamıyoruz ve neden belli kalıplar içinde sıkışıp kalıyoruz?

Klişeler konfor alanı yaratır. Yeniden düşünce üretmeni, yeniden bu düşünce üzerinden cümleler oluşturmanı gerektirmez. Klişeler üstünden ortak bir zihin oluşturulabilir, çünkü klişeler herkesin aynı şekilde tanımlayabileceği bir dünya yaratır, bir konfor alanı yaratır ve sen de o dünyanın bir parçası olursun. Düşünsel olarak yeniden emek vermen gerekmez. O konfor alanında, o rahatlama alanında olmak ve de o tembellik kimilerine iyi gelir. Ancak kimi zaman klişeler de iyidir, bu arada bir klişe düşmanı olarak ortaya çıkmayayım… Şunu da görmek lazım, kimi zaman klişeler birbirimizi daha hızlı, daha kolay anlamamız için bize bir yol açarlar. Ama klişelerin dünyasından çıkamamaya başladığınızda ve her şeyi bir klişe haline getirme haline başladığınızda, o da bir klişeye dönüşür. Kendi içine kapanan bir duyguya dönüşür ve bir süre sonra klişeler labirentinde kaybolursunuz.

“Yahu biz böyleyiz işte unutup gidiveriyoruz klişesine sığınan bir coğrafyada yaşamak istemiyorum…”

Gelelim Kültür Sanat Yıllığı Can Almanak’a… Fikir kimden çıktı ve ilk çalışmalar ne zaman başladı?

Fikir benden çıktı, bu aslında benim uzun zamandır kafamda oluşan bir şeydi. 2014 yılında ilk kez bunu yüksek sesle dile getirdim. Can Yayınları’na bunu dile getirdiğimde onlar da büyük bir heyecanla karşıladılar ve bunun üzerine hemen çalışmalara başladık, çünkü arkasında bir yayınevinin durması gereken bir proje bu, büyük çaplı bir iş. Çok güvendiğim iki arkadaşım Zeynep Miraç ve Sibel Oral’a telefon ettim ve onlar daha projenin tümünü bile dinlemeden, ilk anlatmaya başladığımda birkaç kelimeden heyecanlandılar ve bana katıldılar. 2014’ün sonlarında başladık ve önce 2015’i daha sonra da 2016’yı yaptık. Zor ve meşakkatli bir çalışma… Kadroda Zeynep Miraç ve Sibel Oral haricinde anmam gereken çokça isim var ve hepsine çok teşekkür ediyorum. Bütün amacım kültür sanatın hafızasını oluşturmaktı, çünkü hafıza benim yine temel meselelerimden biri. “Yahu biz böyleyiz işte, unutup gidiveriyoruz” klişesine sığınan bir coğrafyada yaşamak istemiyorum.

Kültür sanat etkinlikleri ve ülkemizdeki genel ilgi oranının düşük olması ile ilgili neler düşünüyorsunuz?

İlgi oranının düşüklüğü diye sıyrılırsak burada da bir hata yapmış olabiliriz. Kültür sanat etkinlikleri ne derece yeni cümleler kuruyor, ne derece yenilikçi, ne derece yeni bir şeyler yapılabiliyor, bunların yapılabildiği mekanlar ne kadar var, bunların olanakları nedir, bu kültür sanat etkinliklerinin düzenlenebilmesi için ne gibi bir alt yapı sağlanıyor mekan olarak, vergi muafiyeti olarak ve de destekler olarak… Dolayısıyla bütün bunların üstünden bu etkinlikler ne kadar gerçekleştirilebiliyor? Gerçekleştirebilenler ne kadar ekonomik olarak ayakta durabiliyor ve ne kadar içerik olarak ayakta durabiliyor gibi çokça yönüne bakmak lazım… Ama bütün bu yönlere baktıktan sonra seninle biz diyorsak ki, “Evet yahu katılım düşük, daha iyi olabilir”, bunun da nedenini ülkenin milli eğitim politikalarında, kültür sanat politikalarında, nesilden nesile aktarılan kültür sanat algısında aramak gerekiyor. Biz ne yazık ki kültür sanat etkinliklerinde bile anlık menfaatler, kazanımlar ve bana faydası ne olacak sorusunun cevaplarını ararız. Tüm bunların ötesinde bir kültür sanat etkinliğinin, bir kültür sanat ürününün üretiminin bizim hayatımızın yarınına nasıl bir verim kattığını düşünmeyiz. İşte bunun düşünülebileceği bir eğitim öğretim ve kültür sanat politikası sisteminin oluşması ile ancak belki bugünden yarına biraz daha sorunun cevabını vermemizi sağlar.

Sinema salonlarında tekelci bir zihniyetin hakim olduğu bir gerçek, bu konu hakkında da düşüncelerinizi almak isteriz…

Hangi konuda tekelci bir zihniyet yok ki diye başlayayım ve şöyle devam edeyim. Sinema salonları bunu en yüksek sesle adlandırabileceğimiz örneği. Ama bununla da sınırlı değil… Müzik alanında örneğin ya da kitap dağıtım ağı alanında, birçok alanda bu tekelci zihniyet var. Çünkü ne yazık ki ekonomik olarak bütün bunların yani daha bağımsız, daha küçük ölçekli yapıların ekonomik olarak ayakta durmasını sağlayacak düzenlemeler yok. Sadece ekonomi de değil, bütün bunların iç içe giren ilişkiler olduğunu düşünüyorum. Örneğin, sinemalarla ilgili konuda şunu söyleyebilirim, bu sadece işin ekonomisiyle veya sinemalarla değil, aynı zamanda yine kültür sanat politikalarıyla, şehircilik, belediyecilik politikalarıyla bir araya gelerek çözülmesi gereken konular. Siz bir şehrin, bir beldenin sokağa kapısı açılan sinemasına, bu sinemasının hafızasını, bu sinemayla ilgili duygusal hafızayı yok etmeye çalıştığınız zaman aslında sadece ve sadece bir ekonomik tekel elde etmiş olmuyorsunuz, aynı zamanda bu tekelle birlikte bir kültürel hafızayı ve bir kültürel sürekliliği de yok etmiş oluyorsunuz.


Sinema salonlarında ağırlıklı olarak komedi, aşk, aksiyon filmlerini görüyoruz. O salonlarda sanatsal yönü ağır basan filmlerin yer bulması oldukça zor. Sanatsal filmler yayınlayan sinema salonları yok değil, tabii ki var, ancak sayıları oldukça az, peki sizce bu salonlar çoğalabilir mi?

Çoğalabilir, ama sinemada tekelleşme, klişelere yenik düşme, sinema veya benzeri üretimlerde bazı türlerin daha kolay ve daha çok tüketiliyor olması gibi tüm bu sorunları üst üste bindirdiğimizde aynı cevaba ulaşıyoruz. Yeni bir şey düşünmekten, yeni düşüncelere kapı açmaktan ve bunu bir diğeriyle tartışmaktan çekinen bütün zihniyetler kolaycı bir alana kendilerini hapsederler. Kolaycı alan nedir? Evet, girersin ve hiçbir şey düşünmeden çıkarsın. Dinlersin, hiçbir şey düşünmeden dinlediğin şeyden ayrılırsın. Bir konsere gidersin, “hadi aşık olalım daha çok aşık olalım” denen bir şarkıyla birazcık eğlenir, içindeki kurtları döker ve çıkarsın. Sinemaya gidersin, kahkaha atar çıkarsın. Bunlar da olmalıdır, mutlaka olmalıdır, komedi filmleri olmalıdır. Biraz bizi böyle oynatan, eğlendiren konsere girip çıkmalıyız. Rahat alanlarımız da olmalı, ben demiyorum ki mutlaka her gün hayatın isini, pasını, tozunu düşünelim, dramlar yaşayalım. Ama bir yandan da biz eğer yarın oluşturacaksak, yeniden bir şeylerle hesaplaşmalıyız, yeniden bir şeyleri sorgulamalıyız, yeniden bir şeyleri aramalıyız. Biz aynı konfor alanı içinde sadece aynı günü yaşamaya devam edersek, yeni bir gün sunamayız kendimize. Bütün bunlar konfor alanından kaynaklanıyor. Bu dünyada da böyledir. Komedi iş yapar. Hollywood Sineması’nın Blockbuster diye sunduğu alanlar vardır, bunlar daha çok iş yapar, bunlar olmalıdır, burada da olmalıdır. Ama bir yandan da bunlarla birlikte edebiyattan resme, sahne sanatlarından müziğe kadar yeni, bizi zorlayacak, düşünce alanımızı zorlayacak, yeni kapılar açmamızı sağlayacak, acaba dedirtecek, hesaplamamışı sağlayacak, bir diğeriyle oturup konuşmamızı sağlayacak hikayeler de olmalıdır, insanlar birbirine yeni hikayeler anlatmalıdır. Tıpkı şu anda seninle benim büyük bir heyecanla burada oturup bunları konuşuyor olmamız, bundan mutluluk duyuyor olmamız gibi ve bununla birlikte bir yarın oluşturabilecek olma umudumuz gibi…

 “Tiyatro bugün yeni sözler söylemek konusunda çok cesur bir sanat dalı”

Peki ya tiyatrolar… Tiyatro sanatçılarının reklam ya da sponsorluk alamamalarına ve kendi tanıtımlarını yapmak zorunda kalmalarına rağmen, çok güzel oyunlar oynayarak ayakta durabilmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tiyatro şu anda bütün bu sanat alanları içinde en cesur adımları atan alanlardan biri. Bütün dünyanın baskı hissetmeye başladığı şu dönemlerde, tiyatronun çok önemli sözler söylediğini ve şu anda Türkiye’de de çok cesur bir tiyatro zihniyeti olduğunu, çok cesurca işler yapıldığının altını çizmek isterim. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum, ancak dediğin doğru, bütün bu işlerin bir ekonomik karşılığı var, bu ekonomik karşılığı görmekte ve ekonomik kaynakları yaratmakta zorlanıyorlar. Bu konuda birçok şeyin baskısına yenik düşmeyen tiyatronun ve diğer üretimlerin, sermayenin de baskısına yenik düşmeyeceğini ve günün birinde sermayeyi dize getireceğine inanıyorum. Bunun nasıl olacağını tanımlamam şu anda çok zor, ama içimde bu konuda bir umut var. Çünkü yeni sözler söyleyen, her zaman eski sözleri söyleyenin üstüne gidecek kadar cesurdur. Tiyatro bugün yeni sözler söylemek konusunda çok cesur bir sanat dalı ve zamanla onun bu sorunları aşacağını düşünüyorum. Şöyle de bir şey var aslında, bir yandan da düşünerek konuşuyorum. Bütün oyunlar doluyor, bu çok önemli bir şey… 15 kişilik salondan 130 kişilik salona kadar hepsi doluyor, hepsi seyirciye ulaşmaya çalışıyor, çünkü seyirci o sözlere değer veriyor. Bir gün o sponsorlar da bu değerin verileceğini görecekler. Sponsorların söylediğinden çok daha fazla değer o sözlere veriliyor.

Sizin alternatif müzik yapan sanatçılara ayrı bir değer verdiğinizi biliyoruz. Bunu Youtube programınız “Noktalı Virgül”de de çok net görüyoruz. Peki, ülkemizde genel olarak alternatif müzik yapan sanatçılara seslerini, sanatlarını duyurabilmeleri için yeterli alan açıldığını düşünüyor musunuz?

Açılıyor, yani günümüzde artık alternatif müzik denilen şey ana akım müzik olmuş durumda. Alternatif müziği üreten insanların çoğu da zaten bu açılan alandan girip, burayı daha genişletebileceğinin farkında. Bu konuda o kadar umutsuz değilim, ama elbette çok daha geniş alana ulaşabilir ve ulaşmalıdır. Ama son zamanlarda bir yandan Eskişehir’de, Kayseri’de, Konya’da, Adana’da, İzmir’de ve daha birçok yerde bu müzikleri ve bu müziklerin üreticilerini konuk eden mekanlar, barlar, publar, kulüpler oluşmaya başlaması ve buralara bir seyirci akının oluşması beni çok mutlu ediyor. Alternatif müzik, ana akım müziği de hizaya çeker, onun da o konfor alanını rahatsız eder, onun o kolaycılığını, tekrar eden ezberini bozar. Bunun farkında olan gençler o ezberi bozmaktan, o ana akım denilen ve gerçekten bildiğini tekrar etmekten öteye hiçbir şey üretmeyen alanı rahatsız etmekten bence mutlular, çünkü yarının yeni düşüncelerle oluşacağını onlar da biliyorlar. İşte bunlardan biri de bence sensin, dolayısıyla sizlere güvenerek ben de o müziği paylaşmayı çok seviyorum.

Sinemayı, edebiyatı, tiyatroyu, müziği konuştuk Yekta Bey… Hepsinde çeşitli sorunlar, beklentiler var. Bir de bu işin pazarlama tarafı var. Üzerine ilgi duyduğum ve araştırmaya başladığım bir alan sanat ve sanatın pazarlanması. Bu konu hakkında da sizin düşüncelerinizi almak isterim.

Bu konu benim çok uzmanlık alanım olan bir konu olmadığı için çok iddialı laflar etmek istemem. Ama şunun çok net farkındayım, bundan 4-5 sene önce örneğin alternatif denilen bir müzisyen kabul görmezken, salonlar ve konserler için onlara kapılar açılmazken, bugün o kişiler senin, benim, bizlerin, sizlerin gösterdiği ilgi sayesinde o salonların kapısını yıkarak açtı. Bundan 4-5 sene önce edebiyat yayımcılığı başka bir alemdeyken, bugün o edebiyat yayımcılığı başka bir evreye geçmeye başladı. Ne sayesinde başladı? Yine o yeni sözleri arzulayan, o yeni cümleleri duymak isteyen biz okurlar sayesinde başladı. Pazarlamanın baskı altına alan ve tek elde toplayan yapısı ancak ve ancak bu cümlelerin bizlerin zihnindeki karşılığıyla kırılabilir. Ben zaman içinde bunun da oluşacağını düşünüyorum, ama bir yandan da böyle çok hayalperest umutlar besleyen bir adam değilim. Diğer yandan da dünya tarihinde her zaman olduğu gibi paranın kaynağındakinin iki dudağının arasından akan bazı olaylar var. Evet, sanat üretiminin pazarlamaya yenik düştüğü anlar olacaktır, ama düştüğü gibi kalkmasını da başaracaktır diye düşünüyorum.

Sanatseverlere önümüzdeki dönemlerde olacak etkinlikler için önerileriniz neler?

Her şeye gitsinler. Caz festivali, klasik müzik festivali... Sadece İstanbul İKSV tarafından düzenlenen festivallere değil, daha küçük çaplı festivallere de gitsinler, kısacası bütün festivallere gitsinler. Bunun haricinde, sanat şöyle bir şeydir, birilerinin şuna mutlaka gidin ya da buna mutlaka gidin denmesiyle yönlenecek bir şey değildir. Bir gün gidersin bir şeye, keşfedersin ve kendini alıkoyamazsın. Biri bir caz konserinde kendisini delicesine mutlu hissederken, bir diğeri olağanüstü bir türkü dinletisiyle kendisini yarınlara açabilir. Önemli olan bir şeyin takipçisi olmak, bir şeyin ilgilisi olmak ve ilgilisi olduğun şeyinde bilgilisi olmaya çalışmak… Bu bakış açısından kopmamak lazım.

Yeni bir proje, yeni bir kitap var mı?

Evet, önümüzde ki 1-2 ay içinde okul öncesi çocuklar için yazdığım kitabım var, Burun… Burun’un ikinci cildi çıkıyor. Bir diğer kitap projesi için de tarih veremem, ama o kitapta şu anda yazılmakta…

Bu keyifli ve doyurucu sohbet için çok teşekkür ederim…

Rica ederim, benim için de oldukça keyifliydi…

İşte böyle… Benim Yekta Kopan’ı tanıdığımdan, öykülerinde yolculuğa çıktığımdan, seslendirmelerinden ve yoğun kültür sanat bilgisinden etkilendiğimden beri hayalini kurduğum röportajı tamamladım. Böylelikle, melodilerle başlayan sohbetimiz de, pidelerimizi yiyerek son buldu. İnsanın insana tahammülü olmadığı, birbirine hikayelerini anlatamadığı bu dönemlerde böylesine enerji ve hayat dolu insanlarla karşılaşmak, tanışmak, bir meseleyi paylaşmak, insanın insana özgürce dokunabiliyor olması öyle müthiş bir şey ki… Samimi, doğal, bilgilerinden feyz alabileceğimiz insanlar iyi ki varlar…


Yorumlar

  1. Sevgili Yazar,
    Röportaj yayınınızı okudum. Gerçekten bir röportaj kriterleri taşımaktadır. Varolan giriş yazısındaki hikaye kısmı çok güzel olmuş uzunluğu biraz olsa da ortam betimlemesi yapabilirdiniz ama bu halide takdire şayan bir oluşumdur. Röportaj soruları gerçekten çok çana yakın ve beklenmedik bir derinlikten sorulardı. :-) Söz konusu olan en güzel yer ise bitiş, sonsöz idi; Gerçekten türlerini zorlayan bir yapıdaydı... Genel olarak değerlendirmek gerekirse, sizin nazik ruhunuz ve durmadan bir şeyleri keşfetme yapınız, her yapınızda renkli bir hale getirerek bu evreni aşacak bir haldedir... İçinizdeki o ruhu kaybetmemeniz dileğiyle. Saygılarımla...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İKSV Kültür Sanat Kart Sahibi Gençler İle Fazıl Say Konseri

İKSV’nin düzenlediği etkinliklere gençlerin doyasıya gidebilmeleri için verilen ‘’Kültür Sanat Kart’’ sahibi gençler ile Fazıl Say konserinin hemen öncesinde buluştuk.  Daha sonra 15 Haziran tarihinde, 45.İstanbul Müzik Festivali kapsamında, Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleşen konserin yolunu tuttuk. Kültür Sanat Kart, İKSV’nin düzenlediği festivallere, eğitim hayatını sürdüren üniversite öğrencilerinin gidebilmeleri için, 250 lira yüklenmiş olarak verilen ve çekiliş sonucunda 1000 öğrenciye ulaştırılan karttır.  Şimdi gelin o gün, Fazıl Say konserini seçen, konser öncesi İKSV ekibi ve Yekta Kopan ile kültür-sanattan, hayattan konuşmak için buluştuğumuz şanslı kart sahipleri gençleri daha yakından tanıyalım. İstanbul’a 2 yıl önce Van Erciş’ten üniversite eğitimi için gelen Rojda Zörer , İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okuyor. Ailesi aslen Ardahanlı olan Emre Ağdemir , İstanbul Sultangazi’de ailesiyle birlikte yaşıyor. İstanbul Tıp Fakültesi

Senaryonun Üstadı Robert McKee İstanbul’daydı.

Bu yıl 10-18 Kasım tarihleri arasında düzenlenen 4. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali, Hollywood’un teorisyeni olarak bilinen Robert McKee’yi ağırladı. İstanbul Medya Akademisi ve Uluslararası Boğaziçi Sinema Derneği’nin düzenlediği 4. Boğaziçi Film Festivali’ne, 16-18 Kasım tarihleri arası senaristlerin el kitabı olarak bilinen “Story” kitabının yazarı Robert McKee konuk oldu. McKee, 3 gün boyunca Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleşen “GENRE Seminar/ Tür Semineri”nde ilk gün “Tv/Dizi”, ikinci gün “Aksiyon/Gerilim” ve son gün “Komedi” başlıkları adı altında konuştu. Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencileri olarak bizler de Robert McKee’nin “Tür Semineri”ndeydik. İlk oturumu 16 Kasım’da gerçekleşen seminerde McKee, “Tv/Dizi” başlığı kapsamında dizilerin altı türü, çatışma düzeyleri, dizi varyasyonları, karakter örgüleri, karakter tasarımı gibi teorik kavramlardan bahsetti. Daha sonra seminere, dünyaca ünlü “Breaking Bad”, “24” gibi dizilerin üzerinden analizl

Sakıp Sabancı Müzesi’nde günü dondurup geçmişe yolculuk

Sakıp Sabancı Müzesi’nde Kalıcı Koleksiyon sergilerinden “Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu” sergisi görülmeye ve üzerinde düşünülmeye değer. “Bir kuruluşun başarısı ve kalıcılığı yalnızca ekonomik değerlerle değil, aynı zamanda sanat, kültür ve eğitim  alanlarına sağladığı katkıyla ölçülebilir” diyen Sakıp Sabancı, başta ünlü hattatların güzel yazı örnekleri ve Kuran-ı Kerim nüshaları olmak üzere, sanatlı el yazma kitaplar koleksiyonu yapmaya Sultan II. Mahmud’un yazmış olduğu bir levhayı satın alarak başladı.  Koleksiyon 1980’lerde daha çok zenginleşince Sabancı ve ailesi koleksiyonu güçlendirmek ve müze oluşturmak için adımlar attı. İstanbul’un Emirgan ilçesinde bulunan Atlı Köşk, 1998’de müzeye dönüştürülmek üzere Sabancı Ailesi tarafından Sabancı Üniversitesi’nin kullanımına tahsis edildi ve 2002’de Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi adıyla ziyarete açıldı. 1951 yılında alınan bu köşkte 1966’ya kadar Hacı Ömer Sabancı ve ailesi yaşadı. Hacı Ömer Sabancı ve